Hollanda’ya Hafta Sonu Kaçamağı

Anne Frank Müzesi

  1. Hollanda’da Ulaşım
  2. Amsterdam’da Gezilecek Yerler
  3. Den Haag ve Çevresi
  4. Amsterdam’da Yeme-İçme-Alışveriş

Uzun zamandır yazmak istediğim yere geldi sıra, Hollanda’ya. 23 Nisan tatilinin Pazartesi gününe denk gelmesiyle  hafta sonu kaçamağı yaptığım Amsterdam ve çevresi gezisi, ilk gidişimde yaşadığım olumsuzlukları unutturan bir seyahat oldu benim için. Oysa temel amacım Amsterdam’ı görmekten ziyade Hollanda’ya taşınan, uzun zamandır görüşme fırsatımın olmadığı, çok sevdiğim bir arkadaşımla buluşmaktı; bonusu da turistik gezi oldu elbette.

İlk gidişimde Interrail ile gidip kendimizi Türk bir kasabın evinde bulduğumuz maceralı Amsterdam seyahatimiz sonrası normalde 2-3 gün kalmayı planlarken koşarak kaçmaya karar vermiştik. Sokaklarının kokusu, o kadar gezip ilk defa bütçemize uygun kalacağımız yer bulamamak bizi olumsuz etkileyen şeylerden birkaçıydı. Bir de hafta sonu gittiğimiz için şehrin kalabalığı tüm bunlara tuz biber ekmişti adeta.

Amsterdam

Bu gidişimde de hafta sonu trenden indiğimde eskilerden hatırladığım ilk şey, şehrin kalabalığı oldu. Red Light’a doğru giderken o zamanlar çok da fark etmediğim, şimdilerde ise oldukça dikkatimi çeken koku birden hafızamda uyandı. Neyseki bu sefer kalacak bir yerim vardı, sadece arkadaşımla buluşmam gerekiyordu. Piri sağolsun şarjımdan yedikçe bu durum da biraz beni endişelendirmedi değil. Anlayacağınız üzere Amsterdam kısmını Piri ile gezdik, rotamızı değiştirdiğimiz de oldu ama genel olarak keyifliydi. Piri’nin ilk defa bir yeri ziyaret edecekler için daha anlamlı olduğunu söyleyebilirim, çünkü kısa anlatımlarla en turistik noktalarını ziyaret etmenize yönelik bir uygulama. Eğer ikinci ziyaretiniz ise ve halihazırda temel bir bilginiz varsa Piri size yetersiz gelebilir.

Hollanda’da arkadaşımın da yaşadığı Den Haag’ı ise turistik olarak anlatacağımı hiç düşünmezdim ama şimdi neden arkadaşımın Amsterdam’da uzmanlaşmadığını anlıyorum. Bu kadar kafesi, restoranı ve gezilecek yeri varken neden kendini sık sık Amsterdam kalabalığına atsın ki? Ben olsam ben de atmam 🙂 Den Haag demişken buraya yakın mesafede olan, bu aralar hakkında paylaşımların coştuğu Lale Bahçeleri (Keukenhof) bizim de uğradığımız noktalardan biriydi. Yazının ilerleyen bölümlerinde detayları bulabilirsiniz.

Amsterdam evleri

Hollanda’da Ulaşım

Hollanda Havalimanı’ndan şehir merkezine gelmek için en çok kullanılan yol tren ancak hafta sonu bilet kuyrukları ve tren bekleyenler oldukça fazla. Yine de bu sizi korkutmasın, Türkiye’de metrobüse binmeye alışıksanız trene hangi kapıdan binmenin avantajlı olacağını kolayca kestiriyorsunuz 🙂 Bilet kuyrukları da makinalardan alırsanız bir nebze daha az.

Hollanda içinde de bir şehirden diğerine trenle geçebilirsiniz, şehir merkezinde ise zamandan kazanmak istiyorsanız tramvayla birçok önemli noktaya ulaşabilirsiniz. Kart alırsanız ki ben almam ama arkadaşım sağolsun bana getirmişti, kullanımda dikkat edilecek bazı noktaları atlamayın derim. Örneğin, trene binecekseniz kartta en az 20 Euro olması lazım; çünkü binerken bastığınızda en uzak nokta parası alıyor, inince tekrar basıyorsunuz ve paranızı size iade ediyor. Otobüs, tramvay gibi diğer ulaşım araçlarında da durum böyle.

Amsterdam’da Gezilecek Yerler

Amsterdam merkezine trenle gelirseniz ilk göreceğiniz yapı tren garı; Amsterdam Centraal. Garın içindeyken öyle New York’taki Grand Central Terminal gibi ne güzel de bir yapı hissine kapılmıyorsunuz ama dışarı çıkarken fotoğraf makinanızı hazırlayın. Bu arada Piri’den edindiğim bilgiye göre gara her gün yaklaşık 1500 tren geliyormuş. Umarım bir gün bizim garlarımız da bu kadar uğrak olur.

Garın hemen karşısında Tourist Information da var. Tam 8 sene önce akıllı telefonlar henüz hayatımıza girmemişken burada uzun bir süre sıra bekleyip de kriterlerimize ve bütçemize uygun kalacak yer bulamadan çıkmıştık. Tıpış Tıpış gara dönmüştük umutsuzca, gece kalkacak olan bir tren yakalayıp da farklı bir şehre geçme planlarıyla. O planlarımız da suya düşünce garda çalışan Türk amcalar yetişmişti imdadımıza. Neyse lafı uzatmadan son gezime dönüyorum.  Garın karşısından ilk kanal fotoğraflarınızı da çekebilirsiniz. Garda bir de bagaj emanet noktasını kullandım, ihtiyacınız olursa self-servis olan bagaj emanet noktasının kullanımının kolay olduğunu da belirtmek isterim.

kanallar

Buradan sonra ikinci durağım Piri rotasında yer alan Ağlama Kulesi; buradan kanalla birlikte Eski Kilise’nin fotoğraflarını çekmek de mümkün. Ünlü denizci Hudson’ın bu kulenin önünden New York’a yola çıkışına dair de kulenin duvarında bir yazı bulunmaktaymış, Hudson Nehri de adını bu denizciden almış.

Buradan Nieuw Markt‘a geçiyorum. Meydanın ortasında sizi De Waag karşılıyor. 16. yüzyılda idamların gerçekleştirildiği bir yermiş. De Waag’ın fotoğrafını çekip hemen meydanda kurulan pazara dalmanızı öneririm, keza ekmekler ve tatlılar öyle cezbedici ki kendinizi almamak için zor tutuyorsunuz. Eve ekmek getirmek deyimini farklılaştırıp hediye olarak ekmek götürmeyi düşünmedim değil. Nieuw Markt’ın çevresinde oldukça fazla kafe/restoran da mevcut ama hafta sonu yer bulmakta zorlanabileceğinizi hatırlatmadan geçmeyeyim.

Vee geldik Amsterdam’ın en meşhur noktalarından birine: Red Light District. 1200’li yıllardan bugünlere gelen bu mahalle, dünyanın en eski genelevlerinden biri. Burayı gezerken kendimi rahat hissetmesem de insanın yolu bir şekilde bu bölgeden geçiyor. Bir de yanı başındaki Eski Kilise ile yarattığı tezatlık hem geçmişte hem de bu gidişimde en ilgimi çeken şeylerdendi. Amsterdam’da en sevmediğim şeylerden biri ise kiliselerin hemen hepsini turistik kazanç kapısı olarak görmeleri. Dolayısıyla ben hiçbirinin içine girmeyi tercih etmedim, diğer şehirlerde yeteri kadar kilise gördüm sanıyorum. Kilisenin harika kafesinden ise ayrıca “Yeme-İçme” bölümünde bahsedeceğim.

Eski Kilise

Bu arada Amsterdam’a ilk gelişinizde en çok dikkatinizi çekecek şeylerden biri dar binaları olacak. Binaların enlerine göre vergi alındığından binalar çok dar, eşya taşımak içinse binaların tepelerinde kancalar mevcut ve bazı evler eğik. Ayrıca çok sayıda tekne/bot ev var, hatta Pegasus dergisinin son sayısında da su üstüne yapılan villalardan ve bu villaların bir katının da su altında olduğundan bahsediyordu. Gece su altında uyumak farklı bir duygu mu bilmiyorum ama anladığım bu tarz evlerin de oldukça revaçta olduğu.

bot evler

Dam Meydanı, Amsterdam’ın en merkezi meydanı sanıyorum. Madame Tussaud Müzesi, yeni olmayan Yeni Kilise, Amsterdam Kraliyet Sarayı bu meydanda yer alıyor. Birini Cumartesi, diğerini Pazartesi çektiğim bu meydana ait iki fotoğrafım hafta sonu kalabalığının kanıtı adeta; ne demek istediğimi anlamak için yukarıdaki meydan fotoğrafına da bakmayı atlamayın.

dam meydanı

Amsterdam Müzesi’ne girmeseniz de avlusuna girmenizi öneririm, hem avlusunu gezmek bedava 🙂

Rembrandt Meydanı ve çevresi ise benim en beğendiğim yerlerinden biri oldu. Meydana çiçek pazarından geçerek ulaşıyorsunuz ama hafta sonu çiçek pazarının keyfini çıkarmak kalabalıktan ötürü çok mümkün değil. Ayrıca ünlü peynircileri de bu yol üstünde. Meydanda ise Rembrandt’ın heykelinin yanı sıra ünlü tablolarından Gece Devriyesi’ndeki karakterlerin 3 boyutlu canlandırması var. Hemen yakınındaki Thornbecke Meydanı etrafındaki kanallar da diğerlerine göre daha sakin olduğundan fotoğraf çektirmek için ideal. Saffet Bey’in anlattığına göre Rembrandt Meydanı gece de ayrı güzel oluyormuş.

Rembrandt Meydanı

Vondelpark da Amsterdam bir diğer çok sevdiğim nokta oldu. Buraya gelirken önce Müzeler Meydanı’ndan geçtik, hepsine şöyle bir dışarıdan bakıp teker teker Piri’den dinledik. Daha da geç olmadan Vondelpark’a gitme telaşıyla da fazla oyalanmadan yola koyulduk. Parkları çok sevdiğimden Vondelpark’a da bayıldım ancak bir de yılın ilk leyleklerini burada görünce değmeyin keyfime:) Sadece bir kısmını gezebilsek de kalabalığa rağmen huzur dolu bir yerler bulup parkın tadını çıkarabildik.

vondelpark

Son gün gittiğimiz Musa ve Harun Kilisesi’nin ve Sinagog’un olduğu taraflar ise çok ilgi çekici gelmedi, keza meydanındaki pazar da fazlasıyla sıradandı.

Amsterdam’da tek gittiğim müze olan, biletlerini internetten almanız gereken Anne Frank Müzesi’ne 1 gün öncesinde nasıl mı yer buldum? Tamamen Türk aklıyla hareket ederek. Yani ilk gittiğim gün baktığımda tüm saat dilimleri dolmuştu, ertesi gün ise içimden bir ses “bir daha bakalım ne olacak” derken iyi ki o sese kulak verip de baktım. Çok ideal bir saatte yer açılmıştı. Biletleri doğrudan satın aldığınız düşünülürse kimsenin iptal ettiğini de sanmıyorum, dolayısıyla turistik bir pazarlama hilesine kanmamak mı yoksa şans mı bilemiyorum ama iyi ki gittim. Anne Frank Müzesi’ne gidemeseniz de mutlaka çevresini gezin, keza buradaki kanalların fotoğrafları ayrıca güzel çıkıyor (bakınız kapak fotoğrafı). Müze ise oldukça küçük, odadan odaya geçip her şeyi dinlemeye çalışırken zorlanabiliyorsunuz; bir noktada tam duygusallaşmaya başlarken birden bir sürü insan çevrenizi sarıyor ve bir an önce diğer odaya geçeyim telaşına düşüyorsunuz. Yine de hikayeye bu kadar detaylı ve yakından tanık olmak zaten filmlerden çokça tanıdık olduğumuz sahnelerin adeta tarih içinden geçerek canlanışı oldu.

Den Haag ve Çevresi

Keukenhof

Den Haag’dan önce çevresinden yani Keukenhof‘tan bahsedeceğim. Laleleriyle meşhur Hollanda’nın geçim kaynaklarından birinin de bu olduğunu yol boyunca rengarenk tarlalardan ve çiçek fabrikalarından anlıyorsunuz. Birçok yere lale ithalatı yapan bu şehrin lalelerini bir de ünlü bahçesi Keukenhof’da görelim deyip 16 Euro’yu bayıldık. Keşke verdiğimiz paraya da değseydi, yani biz Emirgan’da bedavaya daha güzellerini gezerken burada sırf lale görmeye böyle para almaları işin ticaretini iyi çözmüş Avrupalının bir göstergesi daha. Renk renk laleleri bir araya getirerek değişik dizaynlar, lale halıları oluşturmak hiç mi aklına gelmemiş Hollandalıların? Bence lale tarlalarının görüntüsü çok daha güzel, onları da yol kenarında duracak bir yer bulursanız arabanızdan çekersiniz ya da tren camından izlemek de çok keyifli oluyor. Yani bahçeye girmenize gerek yok.

Lale Tarlaları

Bir de yemek yerleri oldukça kalabalık, bahçe de oldukça büyük; atıştırmalık almadan yola çıkmayın derim. Bizim gibi pazar günü gidenlerdenseniz parka girişten ziyade çıkışta araba sırası bekleyip ne kadar da harika bir gün seçtiğinizi düşünebilirsiniz.

Den Haag ise parlamentonun bulunduğu, kraliyet ailesinin yaşadığı yer olmasıyla aslında güzel bir yer olduğunun sinyallerini veriyor. Gotik stilde tasarlanmış Binnenhof, yani parlamento ve diğer önemli yapıların bulunduğu avlusu harika. Avludan çıkınca binaların önüne gidip oradan da bakmayı atlamayın.

Den Haag

Denize kıyısının olması da ayrı bir güzellik, tabi deniz deyince bizim kıyılarımız gibi berrak masmavi sular düşünmeyin ama 11 km uzunluğundaki deniz kıyısında oturup soğuk bir şeyler içmek için oldukça güzel:) Çevre ülkelerden birçok kişinin de deniz turizmi için burayı tercih ettiğini düşünürsek yaz kalabalığına dikkat derim. Ayrıca alışveriş edebileceğiniz çok sayıda mağaza da bulunuyor. Bir de uzun yürüyüşler yapabileceğiniz, geyikler görebileceğiniz, içinde gölet de olan büyükçe bir ormanı da mevcut. Turistik olarak tercih eder misiniz bilmiyorum ama yaşamak için ideal duruyor:)

Amsterdam’da Yeme-İçme-Alışveriş

Gelelim en güzel bölüme, çünkü karnımı güzelce doyurabildiğim, içtiğim kahvenin tadını çıkarabildiğim seyahatleri seviyorum:)

De Koffieschenkerij: Eski Kilise’nin hemen yanında tatlı mı tatlı bahçesiyle dikkat çeken bu kafenin, içinin dizaynı da bahçesi kadar başarılı. Özellikle üst kata çıkarsanız çatı arasındaki dekorasyonları, telefonunuza bakmamanızı hatırlatan screen-free uyarıları, koltukta oturup keyif yapmaya elverişli alanıyla da oldukça hoş. Üstelik Stockholm seyahatimden sonra yurtdışı gezilerimin en sevdiğim ürünlerinden biri olan yulaflı sütlü latte burada da mevcut. Kekleri de kahveleri de lezzetli.

Brodje Bert: Arkadaşım “yemek için seni bir Türk mekanına götüreceğim” dediğinde ilk tepkim çok sıcak olmasa da gidince iyi ki gelmişiz dedim. Keza arkadaşımın da dediği üzere Amsterdam’ın çok da yerel lezzet diyebileceğimiz yemekleri yok. Burası bir Türk mekanı olmaktan öte lokallerin tercih ettiği başarılı bir yer, üstelik kanal kenarında yer bulursanız sadece yemeğin değil atmosferin de tadını çıkarmak için ideal. Biz tercihimizi köfteden yana kullandık. Yanında sıcak sandviçler ve salata ile gelen anne yemeği tadındaki bu öğünümüz lezzetli ve doyurucu oldu.

Noordermarkt: Bu meydanda pazara denk gelirseniz çileklerinden mutlaka alın, hatta siz en az 2 paket alın; çünkü bir paketi yetmeyecek kadar lezzetliler. Pazarın içlerine dalınca yapılışını da izleyebileceğiniz, üstüne tereyağı konup pudra şekeri dökülerek yenen küçük pancake’lere rastlayacaksınız, biraz önce aldığınız çilekleri de ekleyin ve afiyetle yiyin:) Bu meydanın girişinde ünlü elmalı paycısı Winkel 43 de mevcut ama kalabalık zamanına denk gelirseniz sıra beklemeyi göze almanız gerek; biz tercihimizi daha az sıra olan pancake’lerden yana kullandık. Alışveriş amaçlı da bu pazarda ya da kafelerinde paket waffle’larından alabilirsiniz, ben almamıştım ancak sağolsun yöneticimiz Amsterdam’a gidince bizlere getirmiş. Lezzetli olsa da biraz fazla tatlı olduğu konusunda uyarmalıyım, yine de özellikle bazı kafelerin yanlarından geçerken yeni yapılanların kokusuna dayanamayıp almanız çok muhtemel:)

Dignita Hoftuin: Amsterdam’daki saklı cennet olabilir mi burası? Şehrin karmaşasından uzak, Hermitage Müzesi’nin arkasından bir bahçe içinde tesadüfen rastladığımız bu yerden kalkamadığımız için az kalsın uçağı kaçıracaktım. Bahçe içinde oturmak oldukça huzur verici, keza iç yapı da camla kaplı olduğundan içeride otursanız da huzuru yakalamak mümkün. Tatlıları başarılı, özellikle sunumlarına bayıldık; hatta yan masamızdaki yaşlıca çift bizden görüp aynısından istedi.

Dignita Hoftuin

Bu tarafa gelirseniz Shadow Wall’u da görmenizi öneririm, 2. Dünya Savaşı sırasında kanal boyunca yaşayan yaklaşık 200 Yahudi’nin öldürülmesi anısına isimleri ve doğum-ölüm tarihlerinin yazdığı bir yol burası.

Traiterie Chef: Kafenin içinde oturmadık, zaten ara sokakta yer alan bu küçük kafenin atmosferi de oturmaya davet edici değil ancak arkadaşım ıslak keklerinin efsane olduğundan bahsedince elbette dayanamadan alıp Vondelpark’ta bir güzel yedik. Bence ben daha lezzetlisini yapıyorum ama burada da hiç fena değildi:) Yoğun çikolatası dolayısıyla biraz ağır olduğundan tek dilim iki kişiye yeter de artar bile, benden söylemesi.

TOKİ: Kafe isminden dolayı bizler için farklı izlenimler çağrıştırsa da lokallerin çalışmak için tercih ettiği rahat mekanlardan. Pastel renklerle dekore edilmiş, insanlar çalıştığı için de sakin bir yer. Özellikle gitmenizi tavsiye etmesem de civardaysanız tercih edebileceğiniz yerlerden. Bir de yulaf sütleri var:)

T Loosje: Nieuwmark’ta bulunan bu mekan biraz daha turistik ama uygulamalarda puanı hiç de fena olmadığından ve kurt gibi aç olduğumuzdan tercih ederken çok da düşünmedik. Burgeri başarılıydı, tek kusuru yalnız başına bir burger olmasıydı; yanında ne patates kızartması ne de salata vardı. Gözlemlediğim kadarıyla birçok kişi de bir şeyler içmek için tercih ediyor.

Waar: Yurtdışındayken çok alışveriş etmemeye çalışsam da buraya girdiğimde kendimi zor tuttum. Kartlar, defterler hepsi birbirinden hoştu ama maalesef özellikle defterlerin İngilizceleri olmadığından alamadım. Anlayacağınız turistik bir mekan değil ama alışveriş niyetiniz varsa mutlaka uğrayın derim.